Yüksek faiz politikaları, küresel belirsizlikler ve iç ekonomik kırılganlıklarla şekillenen yeni dönemde riskleri artırırken, yatırım, tüketim ve kamu maliyesi üzerinde derin etkiler yaratıyor.

Ekonomiyi anlamak, yalnızca sayılara değil, satır aralarına da bakmayı gerektirir. Çünkü bazen asıl mesele, faiz oranlarının kaç olduğunda değil, o rakamların arkasında neyin saklandığında gizlidir. İşte tam da bu nedenle, geçtiğimiz hafta hem ABD Merkez Bankası (Fed) hem de Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) tarafından açıklanan faiz kararları, yalnızca teknik birer para politikası adımı değil, aynı zamanda dönemin ruhunu yansıtan simgesel eşikler oldu.

Fed’in Sabit Faizi ve Korumacı Dalgalar


18 Haziran’da Fed, beklentilere paralel şekilde faizleri sabit tuttu. Ancak sabit kalan yalnızca rakamlar değil; aynı zamanda merkez bankalarının yüksek risk ve belirsizlik karşısında ne kadar temkinli oldukları da sabitlendi. Fed Başkanı Jerome Powell’ın, gümrük vergileri üzerinden yükselen stagflasyon tehlikesine yaptığı vurgu, küresel ticaretin artık ekonomik büyümeden çok, politik hesaplarla şekillendiğine dair acı bir hatırlatmaydı.

2025 yılına ilişkin beklentilere baktığımızda, faizlerin düşmesini umut edenlerin sayısının giderek azaldığını görüyoruz. Bu durum, Fed’in “yüksek faizli ama kontrollü” bir ekonomik dengeyi benimsediğini gösteriyor. Ne var ki bu denge, milyonlarca insanın borçla yaşadığı, kredilerle ayakta durduğu bir dünyada ne kadar sürdürülebilir?

Türkiye Cephesinde Dengeler Kırılgan, Yön Arayışı Derin


Türkiye’de ise 19 Haziran’da açıklanan Para Politikası Kurulu kararı, politika faizini %46’da sabit bıraktı. TCMB’nin metninde “enflasyonun ana eğiliminde düşüş” gibi umut verici ifadeler yer alsa da, sokaktaki vatandaş için bu düşüş hâlâ hissedilir değil. Market sepetinin fiyatı azalmıyor, maaşın alım gücü artmıyor. Ekonomideki bu kopukluk, teknokrat açıklamalarla sokağın gerçekleri arasındaki uçurumu derinleştiriyor.

Merkez Bankası’nın olası bir faiz indirimi için hâlâ temkinli olması yerinde bir tercih. Zira gerek küresel dalgalanmalar gerekse içerideki mali disiplin sorunu, daha erken atılacak genişlemeci adımların uzun vadede ağır bedelleri olabileceğini gösteriyor.

Bütçede Taşlar Yerinden Oynuyor


Yüksek faizlerin en somut etkilerinden biri de elbette kamu maliyesinde hissediliyor. Türkiye’de faiz giderleri, artık bütçenin en büyük üçüncü harcama kalemi. Bu, vergi veren her vatandaş için doğrudan bir yük anlamına geliyor. Meclise sunulan yeni ÖTV ve kurumlar vergisi düzenlemeleri, bu yükü hafifletmekten çok, dağıtma çabasını yansıtıyor. Ancak asıl sorun burada yatmıyor. Türkiye’de kamu harcamalarının kompozisyonu, özellikle personel ve sosyal güvenlik alanlarında hâlâ yapısal bir reforma muhtaç.

Borsa ve Emtia: Belirsizliğin Gölgeleri


Ekonomideki bu sıkılaşma, borsa yatırımcısını da olumsuz etkiliyor. İç talebin daraldığı, enflasyonun hâlâ çift hanelerde seyrettiği bir ortamda, borsadaki yukarı yönlü ivme doğal olarak sınırlanıyor. Diğer yandan emtia piyasaları ise tam anlamıyla bir satranç tahtası gibi: Jeopolitik gerilimler, Hürmüz Boğazı’ndan Çin limanlarına kadar tüm fiyatları etkileyebilecek bir risk sarmalını tetikliyor. Bu da altın ve petrol gibi emtiaları, hem güvenli liman hem de belirsizliğin göstergesi haline getiriyor.

Ekonomi Bir Rakamdan Fazlasıdır


Yüksek faiz oranlarıyla şekillenen bu yeni ekonomik düzen, sadece merkez bankalarının iradesiyle değil, aynı zamanda toplumun dayanıklılığıyla test edilecek. Sabit getirili yatırımcılar mutlu olabilir, ama reel sektörde borçla dönen çarklar için bu mutluluk lüks bir ayrıcalıktır. Bugün alınan her faiz kararı, yarının yatırım, istihdam ve tüketim alışkanlıklarını dönüştürme gücüne sahiptir.

Son söz: Bu nedenle yüksek faiz dönemi, sadece ekonomik bir terim değil; aynı zamanda bir yaşam biçimi, bir dayanıklılık testi ve belki de bir zihniyet değişimi çağrısıdır.