İdeolojik yön değişiminin göstergesi olarak değerlendiriliyor. Türkiye’nin iç ve dış politika ekseninde yaşadığı dönüşümün bir parçası olarak görülüyor.

Türkiye’de siyasal dilin dönüşümü, yalnızca bir retorik değişim değil, aynı zamanda bir ideolojik yön değişiminin habercisidir. Özellikle “terörist başı”, “bölücü”, “bebek katili” gibi ifadelerle anılan Abdullah Öcalan’ın bir siyasi figür tarafından “kurucu önder” olarak tanımlanması, siyasi literatürdeki en radikal kırılmalardan birine işaret etmektedir. Bu kırılma, geçmişin katı ulusalcı duruşlarıyla bugünün muğlak ve çok katmanlı siyasal projeksiyonları arasındaki makasın ne denli açıldığını göstermektedir. Söz konusu açıklamanın, Türkiye’nin iç ve dış politika ekseninde yaşadığı yön kaymalarının bir tezahürü olarak okunması, bu noktada kaçınılmazdır.

Siyasi hafızanın böylesine keskin bir değişime uğraması, elbette yalnızca kişisel kanaatlerin ürünü olamaz. Özellikle MHP gibi milliyetçi-muhafazakâr bir geleneğin temsilcisi olan bir parti liderinin, geçmişteki tüm söylemlerini hiçe sayarak Öcalan’ı “barışın kurucusu” rolüne yerleştirmesi, açıkça stratejik bir söylem mühendisliğinin ürünüdür. Burada kritik olan, bu ifadenin bir dil sürçmesi ya da münferit bir değerlendirme olmadığı; aksine bir anayasa ve rejim değişikliğinin meşruiyet zemininin adım adım döşendiğidir. Kamuoyuna yönelik bu türden hazırlık söylemleri, geçmişin düşmanlarını geleceğin ortaklarına dönüştürmenin ilk ve en etkili adımıdır.

Türkiye’de 2023 sonrası siyasal atmosfer, iktidarın artık yeni müttefiklere ihtiyaç duyduğu bir kırılma dönemine evrilmiştir. ABD ve Avrupa’nın Türkiye’ye biçtiği yeni rol, yalnızca ekonomik reformlar ya da demokrasi kriterlerinden ibaret değildir. Asıl mesele, etnik temelli siyasal aktörlerin yeniden yapılandırılacak bir anayasal sistem içerisinde kurucu özne olarak meşrulaştırılmasıdır. Lozan’ın hükmünü yitirmesi gerektiğini savunan ve Sevr hayalini “demokratik konfederalizm” adı altında yeniden paketleyen anlayış, bu bağlamda yalnızca dağ kadrolarının değil, anayasal tasarıların da öznesi haline gelmiştir. Bugün Abdullah Öcalan’a atfedilen bu yeni sıfat, işte bu dönüşümün vitrini olma işlevi görmektedir.

Toplumsal hafızanın bu söylem değişikliği karşısındaki suskunluğu ise bir başka dikkat çekici boyuttur. Daha düne kadar Öcalan’a karşı en sert söylemleri kullanan siyasi çevrelerin ve medya organlarının, bu yeni tanımlamalara karşı sessiz kalması, etik çöküşün derinliğini gösteren trajik bir örnektir. Siyaset, ilke ile çıkar arasında bir seçim alanıdır ve Türkiye’de uzun süredir çıkar lehine şekillenen bu eğilim, artık millî güvenlik, rejim meşruiyeti ve anayasal düzen gibi hayati meselelerde dahi sessizliğin makbul görüldüğü bir zemine dönüşmüştür. Bu durum, sadece siyasi değil, kültürel ve zihinsel bir çöküşün de habercisidir.

Bununla birlikte Atatürk’ün mirası ile çelişen bu türden anayasal tartışmalar, yalnızca ideolojik bir yön sapması değildir. Cumhuriyet’in “millet egemenliğine” dayalı bir hukuk devleti olması, etnik temelli ayrıcalıklı yapıların anayasal zemin bulamayacağı temel ilkelerden biridir. Öcalan’a atfedilen “kurucu” rol, sadece mevcut düzenin meşruiyetini sorgulatmakla kalmaz, aynı zamanda yeni bir devlet biçiminin zihinlerde inşasını teşvik eder. Bu ise artık bir ifade değil, bir rejim projesidir.

Türkiye siyasetinde yaşanan bu söylem değişimi, bireysel bir gaf ya da basit bir taktik manevra değil; çok katmanlı ve çok aktörlü bir yeniden yapılanma sürecinin parçası olarak görülmelidir. Bu sürecin sonunda kaybedilen yalnızca kelimeler değil, devletin temel varlık gerekçesi olabilir. Bu nedenle her söylem, aynı zamanda bir yön tayinidir.

Son söz: Bu yönün nereye gittiği, artık sadece bugünü değil, Türkiye’nin geleceğini de belirleyecektir.