İKLİM YASASI çevre koruma adı altında mülkiyet ve doğal kaynakların küresel sermayeye devrini kolaylaştıran yeni bir hegemonya aracına dönüşüyor.

MÜLKİYET, DOĞAL KAYNAKLAR VE YASAL DÖNÜŞÜM: KÜRESEL HEGEMONYANIN YENİ ARAÇLARI
KÜRESEL POLİTİKALARIN YEREL YANSIMALARI: “İKLİM PİYASASI” KURGUSU
Günümüzde çevresel söylemler, yalnızca doğa dostu bir yaklaşımın parçası olmaktan çıkarak, ekonomik ve politik egemenlik kurma stratejilerinin ana taşıyıcı unsurlarından biri hâline gelmiştir. “İklim Kanunu” adıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden geçen ve kamuoyuna “çevresel sürdürülebilirliği sağlamak” amacıyla sunulan yasal düzenleme, gerçekte çok katmanlı bir dönüşümün ilk basamağını oluşturmaktadır.

Kanunun içeriğinde yer alan “iklim piyasası” kavramı, doğrudan doğruya karbon emisyonlarının alınıp satıldığı yeni bir ekonomik sistemin kurulmasına yöneliktir. Bu tür piyasalar, yüksek teknolojiye ve sermaye gücüne sahip küresel aktörlere avantaj sağlarken, sanayileşmesini henüz tamamlayamamış ülkeler için ciddi yapısal dezavantajlar doğurur. Özellikle tarım ve hayvancılık gibi geleneksel üretim alanları, karbon salımı üzerinden değerlendirildiğinde cezalandırıcı uygulamalara açık hâle gelir. Bu da yalnızca çevreyle değil, aynı zamanda bir ülkenin ekonomik bağımsızlığıyla da doğrudan ilgilidir.

FİNANSAL DESTEK Mİ, BAĞIMLILIK KURGUSU MU?
İklim Kanunu’nun kabul edilme sürecinde, uluslararası finans kurumlarının desteği ve taahhütleri önemli bir rol oynamıştır. Çok taraflı kalkınma bankaları, Dünya Bankası ve diğer finansal kuruluşlar, bu tür düzenlemelerin kabulü karşılığında belirli finansal kaynakları kullanıma açma sözü vermektedir. Bu durum, çevreci gibi görünen politikaların ardında, aslında yapısal bir borçlanma ve yönlendirme mekanizmasının bulunduğunu açıkça ortaya koyar.

Orta vadede bu tür kaynakların, çevreyi koruma adı altında alınsa da, geri ödeme koşullarının ülkelerin mali bağımsızlığına zarar verecek nitelikte olduğu bilinmektedir. Finansman, çevresel koruma gibi görünen ancak doğrudan arazi, su, enerji ve tarım gibi stratejik sektörleri etkileyecek yatırımlara yönlendirilmekte; böylece sermaye akışı, kamu yararına değil, yatırımcı grupların çıkarlarına göre şekillenmektedir.

REZERV ALAN VE KENTSEL DÖNÜŞÜM: GÖRÜNMEYEN ELİN GÖRÜNÜR ARAÇLARI
Türkiye'de özellikle 2023 sonrası hız kazanan “rezerv yapı alanı” uygulamaları, mülkiyet transferinde kullanılan en kritik yasal araçlardan biri hâline gelmiştir. Deprem bölgelerinde acil dönüşüm gerekçesiyle ilan edilen bu alanlar, şehir merkezlerine doğru genişletilerek artık yalnızca afet riski taşıyan yapılarla sınırlı kalmamaktadır. Mevcut yasalar çerçevesinde, dilediği bir alanı rezerv yapı alanı olarak ilan etme yetkisine sahip olan kamu otoritesi, bireylerin özel mülkiyet hakkını hukuken geçerli yollarla ortadan kaldırabilmektedir.

Bu düzenleme sadece mülkiyetin değil, toplumsal yaşam alanlarının, kültürel kimliklerin ve kırsal üretim modellerinin de dönüşümüne yol açmaktadır. İnsanlar toprağını kaybederken yalnızca evini değil, üretim biçimini, sosyal çevresini ve kültürel mirasını da kaybetmektedir. Bu değişim, sadece mekânsal bir dönüşüm değil, aynı zamanda toplumsal hafızanın silinmesidir.

ORMANLAR, MADENLER VE ÖZELLEŞEN COĞRAFYA
Son yıllarda gündeme gelen yasal düzenlemelerden biri de, belirli alanların kamu yararı gerekçesiyle “maden sahası” ilan edilerek doğrudan kamulaştırılması ve özel şirketlere devredilmesine imkân tanıyan yasal düzenlemelerdir. Bu, yalnızca doğal alanların yok edilmesi değil; aynı zamanda coğrafyanın ekonomik ve politik kontrolünün belli sermaye gruplarına devredilmesi anlamına gelmektedir.

Maden Yasası’nın planlanan biçimiyle yürürlüğe girmesi hâlinde, ormanlık alanlar, tarım arazileri, meralar ve su kaynakları, devlet güvencesi altında sermaye aktörlerine açılabilecektir. Böyle bir ortamda, halkın anayasal olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkı, kamu yararı kılıfı altında yeniden tanımlanmakta ve hukuki olarak çerçevelenmektedir.

TOPLUMSAL ALGILARIN DÖNÜŞÜMÜ VE DİRENÇ EKSİKLİĞİ
Bu süreçlerin başarısında önemli rol oynayan bir başka unsur ise, halkın toplumsal bilinç düzeyidir. Siyasal, ideolojik ya da dinsel inançlar üzerinden otoriteye yöneltilen sorgusuz güven, bu düzenlemelere karşı direnişi zayıflatmaktadır. Toplumsal muhalefet, yalnızca ekonomik kayıplar üzerinden değil, aynı zamanda meşruiyet algısı üzerinden de şekillenmektedir. Otorite tarafından atılan her adımın “halk için olduğu” yönündeki kanaat, halkın kendi çıkarlarını koruma iradesini felç etmektedir.

Bu nedenle, sadece hukukî değil, aynı zamanda kültürel ve psikolojik bir hegemonya inşa edilmektedir. Bu hegemonya kırılmadıkça, halkın kendine ait olanı koruma refleksi gelişemeyecek; coğrafya üzerindeki sahiplik duygusu, yerini edilgenliğe ve kabullenişe bırakacaktır.

TAPULAR YERİNİ KİME BIRAKIYOR?
Modern çağın en güçlü tahakküm aracı, artık doğrudan işgal değil, yasalar yoluyla mülkiyet devridir. Bu devrin arkasında çevre, sürdürülebilirlik, afet önlemi gibi meşru gerekçeler olabilir; ancak sonuçta mülkiyetin ve üretim araçlarının kimde olduğu belirleyicidir.

Eğer bu süreçler planlandığı gibi devam ederse, yalnızca doğal kaynaklar değil; kıyılar, limanlar, ovalar ve hatta dağlar, küresel aktörlerin eline geçebilir. Bu sadece bir ekonomik dönüşüm değil; aynı zamanda bir egemenlik krizidir. Coğrafyasına sahip çıkamayan bir milletin, bağımsızlığını sürdürmesi mümkün değildir.

Dolayısıyla bu dönemin en büyük mücadelesi, doğaya ve toprağa değil, mülkiyete ve hakka sahip çıkma mücadelesidir. Bu, bir çevre mücadelesi değil; bir varoluş meselesidir. Ve bu mesele, sessiz kalındıkça, her geçen gün daha da derinleşmektedir.

SON SÖZ: Uyuyan milletler uyanmazlarsa ,öküzün kasabın bıçağını yaladığı gibi aciz durumda uyanırlar.