Kerkük’te yaşananlar, Türk tarihî mirasına yönelik sistemli bir dönüşüm sürecinin parçasıdır. Etnik mühendislik, demografik değişim ve tarihî hafızanın silinme çabaları, bölgesel değil ulusal bir tehdit oluşturmaktadır. Türk milletinin geleceğini korumak, tarihî bağlarını muhafaza etmek adına stratejik adımlar gereklidir.
Bir zamanlar “Kerkük Türk’tür, Türk kalacak!” sloganı, yalnızca bir söz değil, bir milletin tarihsel hafızasında kök salmış millî bir hakikatin ifadesiydi. Fakat bugün Kerkük’te yaşananlar, bu hakikatin bilinçli bir biçimde silinmek istendiğini göstermektedir. Uygurların maruz kaldığı sistematik baskılarla benzerlik gösteren bu süreç, sadece Kerkük’e değil, Türk milletinin geleceğine yönelik geniş kapsamlı bir operasyonun parçalarından biridir.
Kerküklü Türkmen gazeteci Reşat Salihi’nin açıklamaları, yaşananların tesadüf olmadığını, aksine planlı ve organize bir etnik mühendislik faaliyetinin yürütüldüğünü ortaya koymaktadır. Kerkük’te Türk varlığını belgeleyen nüfus ve tapu kayıtlarının yakılması, yalnızca fiziksel belgelerin değil, tarihsel hafızanın da yok edilmek istendiğini gösterir. Bunun ardından gelen terör saldırıları, adam kaçırmalar, fidye talepleri ve işkenceler; Türkmen halkını göçe zorlamak, onları yerinden etmek ve bölgede demografik bir değişim yaratmak için devreye sokulmuş araçlardır. Bu göç süreciyle birlikte, farklı ülkelerden getirilen Kürt nüfusa memuriyet, vatandaşlık, arsa ve ekonomik imkânlar sunularak Kerkük’ün etnik yapısı değiştirilmek istenmiştir.
Bu operasyonun yalnızca bölgesel bir mesele olarak görülmesi, asıl tehlikeyi göz ardı etmek olur. Türkiye içerisinde yıllardır dillendirilen bazı söylemler, örneğin “Abdullah Öcalan Meclis’te konuşsun” gibi çıkışlar, Kerkük’teki bu etnik dizaynla doğrudan bağlantılıdır. Bu söylemler, toplumsal zemini yumuşatmak ve milletin direnç noktalarını eritmek üzere yürütülen iç cephe operasyonlarının bir parçasıdır. Gerçekte “Misak-ı Millî” sınırlarını hatırlatır gibi yapılarak, toplumsal vicdanda bir uyutma etkisi yaratılmakta; öte yandan bu sözde millî söylemlerin ardına gizlenerek, dış güçlerin çizdiği planlar bir bir hayata geçirilmektedir.
1990’dan bu yana ABD’nin bölgedeki varlığı, sadece Irak’ın parçalanmasına değil, Türkiye’nin de tarihî bağlarını ve sınırlarını tartışmalı hale getirmeye yönelik adımların meşruiyet kazanmasına yol açmıştır. “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmayalım” uyarısı tam da bu noktada anlam kazanmaktadır. Türkiye’ye Kerkük ve Musul gibi bölgeler için vaat edilen sözde ‘tarihî haklar’, aslında içeride millî devleti çözmeye yönelik kurulan tuzağın bir parçası olmuştur. Ergenekon davaları, çözüm süreci gibi hamlelerle hedeflenen, Türkiye Cumhuriyeti'nin “Türk devleti” olma vasfının ortadan kaldırılmasıdır. Atatürk’ün millî devlet mirası, özellikle son yirmi yılda uluslararası aktörlerin baskısıyla sistemli bir biçimde aşındırılmış, bu süreçte medya, akademi ve siyaset aracılığıyla toplumun algısı yeniden şekillendirilmiştir.
Kerkük’te yaşananlar, yalnızca bir coğrafi kayıp değil, tarihî bir kimliğin silinme çabasıdır. Nüfus yapısının değiştirilmesiyle başlayan bu süreç, bölgesel bir mesele olmaktan çıkıp Türk milletinin bütünlüğünü hedef alan çok boyutlu bir saldırıya dönüşmüştür. Artık mesele sadece Kerkük değildir; mesele, Türk’ün yurdunu, kimliğini, hafızasını ve istikbalini koruma meselesidir.
Son Söz: Bu noktada gösterilecek zafiyet, yalnızca bir şehir ya da bölgenin değil, milletin geleceğinin ipotek altına alınması anlamına gelecektir.