Kanal İstanbul, ekonomik, siyasi ve jeopolitik yönleriyle tartışılırken, Montrö Boğazlar Sözleşmesi üzerindeki etkisi kaygı yaratıyor. Türkiye’nin egemenlik hakları açısından projenin uzun vadeli sonuçları gündemde.
Kanal İstanbul: Türkiye'nin Egemenlik Zeminini Sarsan Bir Proje mi?
Kanal İstanbul projesi, uzun süredir teknik bir altyapı yatırımı gibi lanse edilse de, perde arkasında çok daha karmaşık ve derin stratejik hedeflerin olduğu yönündeki kuşkular giderek artıyor. Bu projenin, yalnızca ekonomik değil; aynı zamanda siyasi, jeopolitik ve hatta ideolojik bir gündemin ürünü olduğu yönündeki görüşler artık kulaktan kulağa değil, açık açık tartışılıyor.
Kanal İstanbul’un, kamuoyuna “mega proje” olarak tanıtılması ve bunun üzerinden yaratılacak ekonomik canlılıkla kamuoyunun ikna edilmeye çalışılması, aslında buzdağının sadece görünen yüzüdür. Güzergâh üzerindeki arazilerin el değiştirmesi, projeye yakın çevrelerin yoğun biçimde arsa alımları yapması ve gayrimenkul sektöründe yaratılan spekülatif hareketlilik, projenin öncelikli amacının kamu yararından çok rant üretimi olduğunu açıkça gösteriyor. Bu noktada, devletin kaynaklarının belirli sermaye gruplarına aktarılma biçimi ciddi bir demokratik meşruiyet krizini de beraberinde getiriyor.
Ancak en dikkat çekici iddialar, projenin ilerleyen aşamalarında uluslararası aktörlerin devreye gireceği yönünde. Katar başta olmak üzere bazı yabancı sermaye odaklarının bu projeye yatırım yapacağı ve sonrasında hisselerin ABD ile İsrail merkezli büyük yatırım fonlarına devredileceği yönündeki iddialar, Türkiye'nin egemenlik haklarını ve stratejik kontrolünü adım adım elden çıkaracağına dair ciddi kaygılar yaratıyor. Türkiye, zamanla bu projede yalnızca “küçük hissedar” konumuna düşecekse, bu durum sadece bir ekonomik zafiyet değil; aynı zamanda stratejik bir teslimiyet olarak da okunmalıdır.
En can alıcı noktaysa Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin etrafından dolanma girişimidir. Mustafa Kemal Atatürk’ün öngörüsüyle ve dönemin diplomatik zekâsıyla Türkiye’ye sağlanan bu sözleşme, Boğazlar üzerinde mutlak egemenliğin kazanılmasını sağlamış, Türkiye’nin deniz güvenliği için tarihi bir kazanım olmuştur. Kanal İstanbul’un hayata geçirilmesiyle bu denge bozulacak; İstanbul Boğazı bypass edilerek Montrö’nün dışına çıkılabilecek alternatif bir rota yaratılmış olacaktır. Bu durum, Boğazlar üzerindeki kontrolümüzü uluslararası aktörlerle paylaşma riskini de doğuracaktır.
Bu tabloya bakıldığında, proje yalnızca “yeni bir deniz yolu açmak” meselesi değildir. Türkiye’nin egemenlik haklarının zayıflaması, dış müdahaleye açık yeni bir yapı inşa edilmesi, askeri ve ticari stratejilerinin uluslararası denetim altına alınması anlamına gelebilecek bir dönüşümle karşı karşıyayız. Ve ne yazık ki bu dönüşüm, demokratik bir tartışma zemininde, şeffaf bir biçimde yapılmıyor. Aksine, büyük bir sır perdesi ardında, topluma tepeden inme bir iradeyle dayatılıyor.
Tarih, dayatmalarla alınan stratejik kararların ağır bedellerini defalarca göstermiştir. Bugün yaşadığımız bu süreci sadece teknik ve ekonomik bir proje olarak görmek, Türkiye’nin geleceğini ipotek altına almak anlamına gelir. Kanal İstanbul, yalnızca bir kanal değil; Türkiye’nin bağımsızlık çizgisini yeniden tanımlayacak bir kırılma noktasıdır. Bu nedenle bu projeyi savunmak ya da karşı çıkmak sadece bir politik tercih değil, aynı zamanda bir tarihsel sorumluluktur.
Bu sorumluluğun farkında olmayan ya da bunu umursamayan kişi ya da yapılar, yarın Türkiye'nin karşı karşıya kalabileceği büyük tehditlerin de mimarları olacaklardır. Ve o gün geldiğinde, ne yazık ki kaybedilen yalnızca doğa, sermaye ya da şehir planlaması olmayacak; aynı zamanda bir milletin onuru, egemenliği ve bağımsızlığı olacaktır.
Yazan : E. Tuğamiral Mustafa Özbey