PKK’nın 12. Kongresi’nde aldığı fesih kararı, silahlı mücadeleden ideolojik-politik mücadeleye geçiş olarak değerlendiriliyor. Lozan Antlaşması’na yönelik eleştiriler Türkiye’nin üniter yapısına karşı bir alternatif oluşturma çabası olarak görülüyor. Türkiye’nin ulusal bütünlüğünü koruma refleksi, bu süreçte kritik önem taşıyor.

2025 yılı, Türkiye’nin siyasi tarihinde bir dönüm noktası olma yolunda ilerliyor. Özellikle PKK’nin 12. Olağanüstü Kongresi’nde aldığı fesih kararı ve buna eşlik eden mesajlar, ülke kamuoyunda olduğu kadar bölgesel ve küresel aktörler nezdinde de dikkatle izleniyor. Örgütün Abdullah Öcalan’ın çağrısı doğrultusunda silahlı mücadeleyi bıraktığını duyurması, ilk bakışta barışçıl bir dönüşüm izlenimi yaratsa da, kongre bildirgesinde vurgulanan temel ideolojik duruş, aslında örgütün hedeflerinden vazgeçmediğini açıkça ortaya koyuyor.

PKK, bildirgede kuruluş amacını Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasası’ndan kaynaklanan Kürt inkârına karşı bir direniş hareketi olarak tanımlıyor. Bu tanım, yalnızca bir tarih okuması değil; aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti'nin temel yapısına yönelik ideolojik bir eleştiridir. Zira Lozan ve 1924 Anayasası, Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter ve milli yapısını şekillendiren iki ana sütundur. Bu iki metin üzerinden yapılan eleştiriler, bir anlamda bu yapıya karşı “hukuki ve tarihî bir alternatif” oluşturma çabasıdır. Bu alternatifin dayandığı temel ise açıktır: Sevr Antlaşması.

Mesud Barzani’nin Lozan Antlaşması’nın 100. yılı vesilesiyle yaptığı açıklama, bu tarihî kırılmanın başka bir yüzünü gözler önüne seriyor. Barzani, Sevr’in Kürtlere bağımsızlık vadettiğini, Lozan’ın ise bu beklentiyi yok ettiğini ileri sürüyor. Bu söylem, yalnızca duygusal bir tarih okuması değildir; aynı zamanda Ortadoğu’da hâlen geçerli olan etnik kimlik temelli siyaset anlayışının güncel bir yansımasıdır. PKK’nin de bu perspektiften hareketle silahlı mücadeleyi bırakıp “siyasi ve sivil alanlara” yönelmesi, bu mücadelenin araçlarını değiştirse de hedeflerini değiştirmediğini gösteriyor.

Bu noktada Sevr ile Lozan arasındaki farkın yalnızca diplomatik değil, aynı zamanda ideolojik olduğu unutulmamalıdır. Sevr, bir imparatorluğun emperyalist güçler tarafından paylaşılma senaryosuydu. Saltanat şurasında padişahın başkanlığında kabul edilen bu antlaşma, Anadolu’nun parçalanmasını öngörüyor; Kürt, Ermeni ve Yunan devletlerinin kurulmasını planlıyordu. Lozan ise bu senaryoya karşı verilen bir halk direnişinin, yani Milli Mücadele’nin hukukî ve diplomatik zaferidir. Sevr, manda ve himaye arayışlarının; Lozan ise tam bağımsızlık idealinin ürünüdür.

Lozan’a “hezimet” diyenler, çoğu zaman bu antlaşmanın gerçek içeriğini değil, kendi ideolojik önkabullerini dillendirir. Örneğin Kadir Mısıroğlu gibi isimlerin Lozan’a yönelttiği eleştiriler, tarihî gerçeklikten ziyade, hilafet merkezli bir bakış açısının ürünü olup, emperyalist düzenin bir uzantısı olarak değerlendirilebilecek Sevr’i adeta bir hak belgesi gibi yüceltmektedir. Oysa hilafet, Lozan’la değil, İtilaf Devletleri’nin işgaliyle fonksiyonunu yitirmişti. Lozan, bu topraklardaki Müslümanların özgürce yaşamasının önünü açmış; ezanları susturan işgal güçlerinin karşısına, kendi dilinde, kendi kimliğinde bir halkın iradesini koymuştur.

Bugün Lozan’a karşı çıkan söylemler, aslında Türkiye’yi tekrar Sevr’in hayaletine teslim etme riskini doğurur. Bu tür yaklaşımlar, tarihî belgeler üzerinden değil, tarihî intikamlar ve kimlik temelli çatışmalar üzerinden şekillenmektedir. Oysa Lozan, yalnızca geçmişin değil, geleceğin de güvencesidir. Bu topraklarda bir arada yaşamanın, farklılıklarla birlikte var olmanın ve bağımsız bir devlet çatısı altında ortak bir gelecek kurmanın temel hukukî zeminidir.

Dolayısıyla PKK’nin silahsızlanma kararını, yalnızca bir barış adımı olarak değil; aynı zamanda yeni bir mücadele biçiminin başlangıcı olarak okumak gerekir. Silahlı mücadeleden ideolojik-politik mücadeleye geçiş, hedeflerin değiştiği değil; sadece araçların farklılaştığı bir süreci işaret eder. Bu noktada Türkiye’nin yapması gereken, Lozan’ın sunduğu birlik ve egemenlik vizyonunu daha güçlü şekilde savunmak;

           Sevr’in parçalanmışlık hayaline karşı ulusal bütünlüğü her alanda tahkim etmektir. Çünkü bu sadece bir tarih meselesi değil; Türkiye'nin geleceğine dair bir tercih meselesidir.