Osmaniye’nin unutulmaz simalarından Abdullah Görgün, halk arasında “Deli Apo” olarak bilinse de, aslında toplumun aynasıydı. Yaşamı, dışlanmışların ve farklı olanların hikâyesini yansıtırken, onun mirası şehir hafızasında derin izler bıraktı. Osmaniye onu rahmetle anıyor.

Toplum, çoğu zaman anlaşılmayanı dışlar, normlara uymayanı damgalar. Bu durum, sıradışı bireylerin, sistemin ve alışkanlıkların dışında yaşamayı tercih edenlerin “deli” yaftasıyla tanımlanmasına neden olur. Ancak bu tanımlar, bireyin iç dünyasındaki gerçekleri çoğu zaman yansıtmaz. Osmaniye’nin hafızasında derin izler bırakmış bir isim olan Abdullah Görgün, halk arasında daha çok bilinen adıyla “Deli Apo”, işte böyle bir yanlış anlaşılmanın kurbanı değil, tam tersine; alışılmışın dışında bir hayatın, alternatif bir varoluş biçiminin simgesidir.

Onu bir kelimeyle açıklamak gerekirse, belki de “yaralı” demek en doğru tanım olur. Bu yara neydi, nasıl açıldı, tam olarak kimse bilmiyor. Kimi anlatılara göre, nişanlısının bir başkasıyla kaçtığını duyması, onu derinden yaralamış; bu acı ile iç dünyasına kapanmıştı. Kimilerine göre ise askerlik yıllarında yaşadığı travmatik bir kaza sonrası ruhsal dengesi sarsılmış, toplumla bağlarını zayıflatmıştı. Ancak hikâyenin başlangıcı ne olursa olsun, Apo Dayı’nın hayatı, bu dünyada görünür olmanın, ama aynı zamanda görünmemeye çalışmanın; sevilmenin, ama aynı zamanda yanlış anlaşılmanın öyküsüdür.

Hayatını iş güç peşinde koşmadan, ama yine de boşluk içinde sürdürmeden geçiren biri olarak, Osmaniye sokaklarında kendine özgü bir iz bıraktı. Başında neredeyse daima bir sargı olurdu; o sargı sadece fiziksel değil, aynı zamanda zihinsel bir yarayı da sembolize ediyordu belki. Yalınayak yürüyüşleri, sırtında taşıdığı çantası, elinde çaldığı darbuka ya da çay tepsisi... Bunlar sadece dışsal görüntüler değildi. Her biri, bir duruşun, bir içsel anlatımın sembolleriydi.

Anlatılan hatıralara bakıldığında, Abdullah Görgün’ün hayatına dair çok yönlü bir insan portresi çıkıyor karşımıza. Kimine göre çok iyi bir berberdi; çocukluk yıllarında kahvehanelerde babalarını ustalıkla tıraş eden bir usta. Kimine göre mükemmel bir türkücüydü; darbukasını çalarken bir yandan kendi yazdığı dizeleri mırıldanan bir sanatçı. Kimine göre ise zaman zaman ürkütücü, ama daima zararsız bir figürdü. Bazı çocuklar ondan korkar, yollarını değiştirirken; bazı yaşlı kadınlar onu sofrasına buyur eder, elindekini paylaşırdı. Bu zıtlık, aslında toplumun kendisine yönelttiği aynaydı.

Kimi anılarda mizah vardı. Bir bankaya elindeki su tabancasıyla girip, “Bu bir soygundur!” diyerek sadece veznedarın yüzüne su sıkan bir adamın hikâyesi... Bu olayın ardından "Polis peşimde!" diyerek dağlara kaçan bir adamın ironik kaçışı, aslında onun bu dünyayla kurduğu mesafeli ilişkiye dair çok şey anlatıyor. O, bu düzeni ciddiye almayan ama yine de bu düzen içinde var olmaya çalışan, sistemin mantığına kendi yöntemleriyle cevap veren biriydi.

Apo Dayı, herkesin korktuğu ama kimsenin zarar görmediği bir kişilikti. Onu kızdırmadığınız sürece sesini yükseltmez, size zarar vermezdi. Hatta bazıları onun çok bilgili, derinlikli ve entelektüel yönü olan biri olduğunu dahi fark etmişti. Bu yönüyle, belki de o “deli” değil, zamanının çok ötesinde bir “bilge”ydi. Onu “velî” olarak ananlar da az değil. Çünkü o, birçoklarının göremediği, duyamadığı, hissedemediği şeyleri duyuyordu. Belki bu yüzden “âlemin âlemine bakıyorum” demişti bir gün. Bu cümle, sıradan bir laf değil; kendini, dünyayı ve başkalarını çoktan çözmüş bir ruhun fısıltısıydı.

Onun yaşamı, dışlanmışların, ötekileştirilmişlerin, ‘delilik’ ile ‘hakikat’ arasında sıkışmış ruhların hikâyesidir. Belki de en doğrusu, onu bir sosyolojik fenomen olarak ele almaktır. Çünkü Apo Dayı'nın hikâyesi, yalnızca bireysel bir kırılma noktası değil, aynı zamanda toplumun nasıl anlayışsız olabileceğini, ne kadar hızlı yargılayabildiğini ve farklı olanı nasıl yok sayabildiğini gösterir. Onun gibi insanlar, yaşadıkları şehirlerin vicdanıdır aslında. Sokağın, mahallenin, hatta çocukların hafızasında yer eden, unutulmayan bir gölge gibidirler. Kimi zaman bir hatırayla gülümsetir, kimi zaman bir pişmanlıkla hüzünlendirirler.

Bugün Osmaniye’de yaşayan pek çok kişi, onun ismini duyduğunda gözlerinde bir tebessüm ve kalbinde bir sızı hissediyorsa, bu boşuna değildir. Apo Dayı'nın geride bıraktığı bu karmaşık, renkli, ama derinlikli miras; bizim ona nasıl baktığımızla, onu nasıl anladığımızla da ilgilidir. Onun adı belki “Deli Apo” idi, ama ardında bıraktığı iz, bir deliliğin değil, belki de bir aydınlanmanın, bir içsel yolculuğun izidir.

Bu yüzden, onu anlamaya çalışmak, aslında kendimizi anlamaya çalışmaktır. Çünkü toplum, kendi yarattığı dışlanmışlara bakarken, kendi vicdanını, kendi korkularını, kendi sınırlarını da görür. Abdullah Görgün, bu sınırların ötesinde yaşamayı seçmişti. Kimi zaman yalnız, kimi zaman hüzünlü, ama hep onurlu bir şekilde. Onu tanıyan herkesin ortak bir dileği vardı: “Zararsızdı, garibandı, kendi hâlindeydi.”

Rahmetle anılan bu şehir maskotu, bir delilik hikâyesinden çok daha fazlasını hak ediyor. O, sistemin dışında ama insanlığın merkezinde kalan biriydi. Ve bugün, onun hikâyesini anlatmak, sadece bir insanı değil; bu toplumun hafızasını, vicdanını ve ötekileştirme biçimlerini de gözler önüne sermek demektir.

            Nur içinde yat Abdullah Görgün... Osmaniye seni unutmadı. Ve artık seni yalnızca “Deli Apo” değil, bir insan olarak hatırlıyor.