Cağaloğlu yokuşunda, hamal ile yazarın sade bir sohbeti yaşamın yükleri üzerine derin bir ders verir. “İçim düzgün olursa, yüz kiloluk yük bana vız gelir”

İstanbul’un kalbinde, tarih kokan sokaklarından biri olan Cağaloğlu yokuşu, sadece matbaaların, kitapçıların ya da gazetelerin yeri değildir. Aynı zamanda insan hikâyelerinin, görünmeyen emeğin, taşların altında ezilmeden yaşanan direncin de mekânıdır. Yıllar önce bu yokuşta yaşanmış sade ama derin anlamlar barındıran bir olay, şehrin kalabalığı arasında bir anlık durup düşünmemize neden olur. Bir hamalın omzundaki yükle başlayan ve bir edebiyatçının sorusuyla anlam kazanan bu karşılaşma, hayatın yükünü sadece fiziksel olarak değil, ruhsal boyutlarıyla da tartışmaya açar.

Gazeteci ve yazar Oktay Akbal, bir gün Cağaloğlu yokuşunu çıkarken dikkatini çeken bir manzara ile karşılaşır. Sırtında yüz kiloluk bir çuval taşıyan, alın teri gözlerinden damlayan bir hamal, yokuşu adım adım tırmanmaktadır. Bu sıradan gibi görünen manzara, Akbal’ın içindeki yazarı harekete geçirir. Zira bazen bir romanı oluşturan şey, bir insanın yorgun bakışında, bir ter damlasında ya da bir omuz hareketinde gizlidir. Hamal yokuşun sonunda, taşın üstüne yükünü indirir. Derin bir nefes alır, kısa bir dinlenme anı yakalar. İşte bu anda Akbal, ona yaklaşır ve içten bir merakla sorar: “Bu kadar ağır bir yükü nasıl taşıyabiliyorsunuz?”

Soru sade ama cevabı zamanın ötesinden gelen bir bilgelik taşır. Hamal, Akbal’a dikkatlice bakar. Üzerindeki kıyafetlerden, hal ve tavrından onun okumuş, yazmış biri olduğunu anlar. Göz göze gelirler ve hamal, omzundaki yük kadar ağır ama bir o kadar da yumuşak bir cümle kurar: “Sizin yükünüz bizimkinden ağır efendi. Siz dünyayı zihninizde ve yüreğinizde taşıyorsunuz.” Bu söz, bir anda tüm dengeyi değiştirir. Fiziksel yük ile zihinsel yük, bedenle ruh, ter ile düşünce arasındaki o görünmez çizgi belirginleşir. Hamal, sadece bir işçi değildir artık. O, sokakların bilgeliğini taşıyan bir hayat filozofudur.

Ancak Akbal, bu derin yanıtla yetinmez. “Yine de siz bu yükü nasıl taşıyorsunuz?” diye sorar. Hamal tebessüm eder ve bir hayat gerçeğini sessizce dile getirir: “İçim düzgün olursa yüz kiloluk yük bana vız gelir.” Bu söz, dışarıdan bakıldığında yalnızca fiziksel güce yapılan bir gönderme gibi görünse de, aslında insanın iç dünyasına yapılmış büyük bir yolculuktur. İçimizde bir huzur, bir denge varsa, dışardaki ağırlıklar bizi ezemez. Ne işin zorluğu ne de hayatın yükü insanı yıpratır. İnsanı yıpratan, iç dengesinin bozulmuş olmasıdır. O yüzden hamalın bu sözü, sadece kendisine değil, hepimize bir nasihattir: “İçini düzelt, hayat seni ezemez.”

Bu kısa sohbetin ardından yollar ayrılır. Hamal, yükünü tekrar sırtlar ve yokuşu inmeye koyulur. Oktay Akbal ise, muhtemelen o anı defterine not eder ama daha önemlisi, zihnine ve kalbine kazır. Belki bu sahne, onun kaleminden dökülen başka bir hikâyeye ilham verir; belki de sadece susar ve yaşamın bu sade ama etkili dersini kendi içinde yaşatır.

İstanbul sokaklarında, özellikle Cağaloğlu gibi geçmişin ve emeğin iç içe geçtiği yerlerde, sadece taş binalar değil, görünmeyen hikâyeler yükselir. Bu karşılaşma da o hikâyelerden biridir. Bir hamalın teriyle, bir yazarın kalbi birleştiğinde ortaya çıkan bu kısa diyalog, bugün hâlâ bizlere şunu hatırlatır: Gerçek bilgelik yalnızca kitaplarda değil, sokakta da vardır. Ve bazen bir hayat dersi, üniversitelerde değil, yokuşun başında bir taşın kenarında verilir.

Hamalın verdiği o derin yanıt, yıllar geçse de anlamını yitirmeyen bir insanlık öğüdü olarak kulaklarımızda çınlamaya devam ediyor: “İçim düzgün olursa, yüz kiloluk yük bana vız gelir.” Bu söz, sadece bir taşıma gücü değil, hayata karşı duruşun özetidir. Ve o gün, Cağaloğlu’nda sadece bir yük değil, büyük bir ders taşınmıştır.