1 Mayıs, Albert Parsons ve arkadaşlarının özgürlük mücadelesiyle şekillenen, işçi sınıfının onurlu direnişinin simgesidir. Adalet ve eşitlik adına verdikleri mücadele, bugün hâlâ yankılanmaktadır.
1 Mayıs’ın Kanla Yazılmış Mirası: Albert Parsons’un Mektubunda Saklı Direnişin Evrensel Mesajı
Dünyanın dört bir yanında emekçilerin alın teriyle yoğrulmuş mücadelesinin simgesi olan 1 Mayıs’ın tarihi, yalnızca bir iş günü kısaltma talebinin çok ötesindedir. Bugün kutlanan "Emek ve Dayanışma Günü", ardında büyük acılar, bedeller ve uğruna ölüme yürüyen onurlu insanların hikâyesini taşır. Bu hikâyelerin başında ise, 1886 yılında Chicago’da sekiz saatlik iş günü talebiyle başlayan grevlerde öncülük eden ve daha sonra idam edilen dört işçi önderi gelir: Albert Parsons, Adolph Fischer, George Engel ve August Spies.
Bu dört yiğit önderin yaşadıkları, sıradan bir işçi direnişinden çok daha fazlasını temsil eder. Onlar, sadece daha iyi çalışma koşulları için değil, aynı zamanda eşitlik, özgürlük ve insan onurunun korunması için mücadele ettiler. Fakat tarihin acı ironisidir ki, suçları insanlık onuru adına ayağa kalkmak olan bu insanlar, dönemin adalet sistemi tarafından asılarak susturulmaya çalışıldı. Oysa onların sesi susturulmadı; aksine, her 1 Mayıs’ta daha gür çıkmaya başladı.
İdam sehpasına yürürken bile onurundan ödün vermeyen Albert Parsons’un o unutulmaz sözleri, bugün hâlâ insanlık vicdanında yankılanmaktadır:
“Bütün dünya biliyor suçsuz olduğumu. Eğer asılırsam cani olduğumdan değil, emekçi olduğumdan asılacağım.”
Bu cümle, yalnızca bireysel bir direnişin değil, bütün bir sınıfın ötekileştirilmişliğine karşı yükseltilmiş bir başkaldırıdır. Parsons’un tarihe geçen mektubu ise yalnızca bir babanın veda sözleri değil, aynı zamanda bir dünya görüşünün, bir felsefenin ve bir yaşam anlayışının sembolüdür.
Mektup, gözyaşlarıyla yazılmış ama satırlarında dimdik bir duruş saklıdır. Çocuklarına hitap ederken yalnızca sevgisini değil, aynı zamanda onlara bıraktığı ağır ama onurlu mirası da dile getirir. “Kendiniz için değil, tüm insanlık için var olun” derken, insan yaşamının amacını kişisel menfaatler değil, kolektif sorumluluklar üzerinden tanımlar. “Hiçbir zaman hayat böyle geldi böyle gider demeyin. Erdemli ve cesaretli olun” öğüdü ise, boyun eğmemeyi, ezileni savunmayı ve susmamayı emreder.
Albert Parsons’un mektubu, zaman ve mekânın ötesinde bir çağrıdır. İçinde yaşadığı dönemin gerçeklerini anlatsa da, mesajı evrenseldir: "Haksızlıklar karşısında susma!" Bu çağrı bugün de geçerliliğini korumaktadır. Emek sömürüsünün hâlâ sürdüğü, adaletin sınıfsal çıkarlarla büküldüğü, işçilerin can güvenliğinden yoksun çalıştığı bir dünyada bu mektup, yalnızca geçmişi hatırlatan bir belge değil; bugüne ve geleceğe ışık tutan bir yol haritasıdır.
1 Mayıs yalnızca bir bayram değildir. Aynı zamanda hatırlamak, anmak ve sorumluluk almaktır. Albert Parsons’un çocuklarına yazdığı bu mektup, bugün hepimizin yüreğinde yanması gereken bir vicdan meşalesidir. Çünkü hâlâ pek çok kişi, onun o gün söylediği cümledeki gibi, "emekçi olduğundan" dolayı yargılanmakta, dışlanmakta ve ezilmektedir.
Bu nedenle 1 Mayıs’ı anlamak, yalnızca kortejlerde yürümek ya da pankart taşımak değildir. Onurlu bir geçmişin, kanla ve gözyaşıyla yazılmış bir tarihinin farkına vararak; her yeni kuşağın bu mirası yaşatması, Parsons’un mektubundaki sorumluluğu omuzlaması gerekmektedir.
Elveda diyen bir babanın, umutla yazılmış son satırları, aslında geleceğe bırakılan bir “merhaba”dır. Bu merhaba, eşitlik, özgürlük ve adalet mücadelesi sürdüğü sürece yankılanacaktır. Çünkü haklı bir dava, zamanın küllerinden hep yeniden doğar.