Osmanlı'nın halifelik sonrası Araplaşma süreci, Türk kimliğinde dönüşümlere yol açtı. Sosyo-kültürel değişimler, matbaa gibi yenilikleri geciktirdi.
OSMANLI İMPARATORLUĞU'NUN ARAPLAŞMA SÜRECİ VE TÜRKLERİN TARİHSEL TASFİYESİ
Osmanlı İmparatorluğu, 1299 yılında Oğuzların Kayı Boyu tarafından kurulduğunda, tarihin seyrini değiştirecek büyük bir Türk devleti olarak yola çıktı. İlk 218 yılı boyunca (1299–1517) kendine özgü Türk-İslam kültürüyle, hem askeri hem de kültürel sahada yükselişe geçti. Ancak 1517 yılında Yavuz Sultan Selim’in halifeliği Memlüklülerden alarak Osmanlı’ya taşımasıyla birlikte, imparatorluğun karakterinde köklü bir değişim başladı. Bu olay, yalnızca siyasi bir genişleme değil; aynı zamanda kültürel bir kırılmanın ve kimlik dönüşümünün miladıydı. Halifeliğin alınması, Osmanlı’nın merkezine Arap İslamı’nı yerleştirmesiyle sonuçlandı. Bu süreçte özellikle Mısır ve çevresinden getirilen ulema, mollalar ve din adamları İstanbul’a yerleştirildi, mal ve mülk verilerek Osmanlı’nın yeni ideolojik omurgası haline getirildi.
Bu yeni yönelim, Türk kimliğinin ve yerli tasavvuf anlayışının sistematik bir şekilde bastırılmasına neden oldu. “Türküm” demek aşağılanmaya başlandı, Türkmenler “Kızılbaş” diye yaftalanarak infaz edildi. Kuyucu Murat Paşa döneminde bu zihniyet zirveye ulaştı ve yüz binlerce Türkmen sırf kimliği nedeniyle katledildi. Türklerin yerini Araplaşmış din adamları ve saraya yakınlaştırılan farklı etnik unsurlar aldı. Ehl-i Beyt tekkeleri kapatıldı, yerlerine Nakşî, Halidî, Kürdî gelenekleri yerleştirildi. Bu değişim yalnızca dini değil, sosyopolitik dengeleri de altüst etti. Türkmenler sistematik şekilde dışlandı; bazıları canını kurtarmak için Kürtleşmek zorunda kaldı, bazıları ise İran’a göç etti. Bu da ilerleyen yıllarda Kürt meselesinin tarihsel temelini oluşturdu.
İmparatorluğun belini büken bu kültürel ve kimliksel dönüşüm, beraberinde bilgiye ve gelişime olan düşmanlığı da getirdi. Matbaa gibi çağın temel ihtiyaçları, mollaların fetvalarıyla engellendi. Osmanlı, matbaayı ancak Batı Rönesans’ı çoktan tamamlamışken, 240 yıl gecikmeyle kullanabildi. Bu bilgi gecikmesi, askeri ve ekonomik gerilemeyi daha da hızlandırdı. 1683 Viyana Bozgunu'ndan sonra Osmanlı'nın kazandığı büyük çaplı savaş kalmadı ve 250 yıl boyunca süregelen mağlubiyet zinciri ancak Kurtuluş Savaşı'yla kırılabildi.
Bu tablo bize şu soruyu sordurmak zorundadır: Eğer Osmanlı, halifelik sevdasıyla Araplaşmamış ve öz Türk kimliğini, Yunus Emre’yi, Hacı Bektaş’ı, Şeyh Edebali’yi merkeze almaya devam etmiş olsaydı; bu çöküş yaşanır mıydı? Bugün hâlâ mezhepçi ve etnik ayrımcı politikalarla yüzleşemeyen zihinler, geçmişte yapılan hataların bir devamı niteliğindedir. Cumhuriyet'in bize kazandırdığı en büyük değer, işte bu türden zihniyetlerle hesaplaşma iradesidir. Atatürk’ün “Ne Mutlu Türküm Diyene!” sözü, yalnızca bir etnik aidiyet beyanı değil; aynı zamanda tarihsel bir onarım çağrısıdır.
Tarihin bize sunduğu bu acı tecrübe, ancak köklerimize, öz benliğimize ve laik cumhuriyet değerlerine sarılarak anlam kazanabilir. Din bir tercihtir; ama Türklük, bu topraklarda kaderdir.