Türk milletinde insana saygı anlayışı iki kaynaktan geliyordu.

Birincisi eski Türklerde örfi olarak var olan töre, diğeri; İslam inancından oluşan “yaratılan sev yaratandan ötürü” anlayışıdır.

Gerçekten Hunlarda, binlerce yıldır uygulandığı söylenen kanunnameden anlaşıldığına göre; suç işleyenleri cezalandırmak devletin yetkisindeydi. Hakan adalet teşkilatının başkanı sıfatıyla devlet içerisinde adalet ve sükûnun sağlanmasından sorumluydu.

Mahkemelerde davalar yargıçlar tarafından görüşüldükten sonra, uygulamaya konmadan önce Hakanın onayına sunulurdu. İdam cezası gibi ağır suçların infazı için, Hakanın başkanlığında yılda iki kez divan kurulurdu.

Türklerde en önemli bir ceza kaidesi de yeni ele geçirilmiş olan memleketlerin halkına ve özellikle misafirlere hapisten başka bir ceza usulünün uygulanmamış olmasıdır. Misafir adam dahi öldürse, onu idam etmezler, sadece hapsederlerdi.

Hunların çağdaşı olan Roma’da ve hatta daha sonraları Bizans’ta böyle bir uygulamayı hayal etmek bile imkansızdı. Özellikle Uygur Türkleri dönemine ait belgelerde, İslâm ve Roma hukukunda olduğu gibi Türklerde de köleliğin bulunduğu anlaşılıyor. Ancak, kölelerin durumları ve statüleri ile ilgili kesin kuralların yer aldığı ve bu gruptaki halkın belli akidlerle haklarının korunduğu da açıktır. Kölelerin evlenme ve mahkemeye müracaat etme hakları vardı.

7.yy da Doğu Avrupa’da kurulan Hazar Türk devletinde yöneticilerin çoğunluğu Musevi (Yahudi), halkın bir kısmı Hıristiyan, çoğunluk ise Müslüman, birazı da Şaman’dır. Mahkemelerde Müslüman ve Hıristiyan yargıçlar da yer almaktadır. 9. yy a kadar geçen bu döneme Hazar Barış çağı da denir.

Türk tarihinde İnsana saygı anlayışının ikinci kaynağı bağlı oldukları İslam inancıdır. İslamiyet’in prensiplerinin, Osmanlı’nın fethettiği yerlerin halkına yaklaşımında büyük etkisi vardı.

Türklerin Anadolu’ya ayak basışı, Bizans boyunduruğu altında inleyen azınlıklar için bir kurtuluş umuduydu. Bu gerçeği ilk fark edenler Ermeniler oldu.

Ermeni Patriği Basile’nin Selçuklu Sultanı Melik şahın vefatının ardından yazdıkları, Anadolu Ermenileri’nin Müslüman Türkler’e bakış açısını en güzel şekilde ortaya koymaktadır:

“Her tarafta barış ve hakimane bir idare kurdu. Bütün hükümdarlardan daha akıllı ve kudretli idi. Bildiklerimizin hepsinden de daha adil olduğundan kimseye keder vermedi. Yüksek fikirleri, adil ahlakı ve şefkati ile kendisini herkese sevdirdi. Böylece harp ve şiddetle değil, gönülleri kazanmak suretiyle hiçbir hükümdarın elde edemediği memleketlere sahip oldu. Eğer ömrü vefa etse idi, çok suretle artan kudreti dolayısıyla, Avrupa’yı da devletinin hudutları içerisine alacaktı.”

Bir tarafta; Aristo’nun “İnsanlar iki gurup halinde doğarlar: Birisi hizmet edilenler yani hürler,diğeri ise hizmet edenler yani hizmetçiler ve köleler” sözünü esas alan Batı medeniyeti…

Diğer tarafta; Bilge Kağaan’ın “Açları doyurdum, çıplakları giydirdim,” Mevlana’nın “Ne olursan ol yinede gel,Kutadgu Bilig’de; “ tahtın ana direğinin doğruluk ve adalet olduğu vurgulanarak hükümdarın, insanları adaletin önünde beğ veya kul olarak ayırmaması gerektiği temel prensiptir. İster oğul, ister hısım, ister yolcu, ister hancı olsun herkes kanun karşısında eşittir, hüküm verirken fark gözetilmeyecektir.” İfadelerini esas alan Türk-İslam medeniyeti.

Orhan Gazi’nin “neden teslim oldunuz?” sorusuna Rumlar şöyle cevap veriyorlardı;

Senin baban nice zamandır Bursa’nın köylerini zapt edip kendine bağladı, onlar rahat ve emniyet içinde yaşarlarmış. Biz de onların rahatlığına heves ettik.”

1492 de İspanyada Hıristiyan soykırımından Musevileri yine Osmanlı Türk Hakanı ll. Bayezıt kurtarıyordu.

Osmanlı mahkeme kayıtlarında, “Yorgi’ye karşı Ahmed’i ve Dimitriyos’a karşı Mehmed’i mahkum eden kararları okuyanlar kanun önünde eşitliğin ne demek olduğunu daha iyi bilirler.”

Bu nedenledir ki Voltaire, Türklerin pek çok hasletlerini anlattıktan sonra Osmanlı Devleti’nden bahsederek “Türk devleti bir demokrasidir” demeyi ihmal etmez.

Atatürk “Türk milleti insani duyguyla milli duyguyu bir arada düşünmeyi çok iyi bilir” derken başka milletlerin haklarına olan saygının milli kültürümüzden kaynaklanan önemli bir unsur olduğunu vurgulamıştır.

Bu gün kültür ve medeniyetinin temelini Roma ve Bizans unsurları üzerine kurduğunu bütün dünyaya haykırarak, insan hakları konusunu “Avrupa İnsan Hakları” beyannamesi adıyla yeni bir prensipler bütünü halinde derlemiş olan Avrupa, acaba bu beyannamenin temel kaidelerini, insanları birer eğlence malzemesi yapmaktan çekinmeyen Romalı atalarından mı, yoksa halkını imparatorun ve kilisenin kölesi olarak gören Bizanslılardan mı, ya da diğer ırklara mensup insanları, özellikle zencileri insan olarak görmeyen İngilizlerden mi, veya XVIII. yüzyılda dahi “Kadın insandan sayılır mı sayılmaz mı” sorusuna cevap aramakta olan Fransızlardan mı devraldılar?

Bu günü ve geleceği konuşacaksak, geçmişi iyi bilmeliyiz.